2 Kasım 2022 Çarşamba

ORMANSIZLAŞMA VE ÇÖLLEŞME

 

Ormansızlaşma ağaçların yerine konması veya yeniden herhangi bir ağaç birliğinin oluşturulması amacı olmaksızın kesilmesi anlamına geliyor.

 Bazı durumlarda, ormansızlaşmanın sebebi, ağaçlardan doğrudan yararlanmak (yakıt, yapı malzemesi, kağıt elde etme vb.) olarak ortaya çıkıyor.

 Bazı durumlarda ise ağaçlar tarım arazisi veya mera açmak amacıyla ya da kentsel alanların genişletilmesi için kesiliyor.

 Ağaç kayıpları, doğal afetler gibi kasti olmayan sebeplerle de gerçekleşebiliyor.

 Ormanların toprağa, su kaynaklarına, iklime ve doğrudan insan sağlığına sağladığı yararlar nedeniyle ormansızlaşmanın sonuçları birçok durumda geri dönüşü olmayacak kadar ağır oluyor.

 Doğal karbon yutağı görevi gören ormanların ve ağaçlık alanların ortadan kalkması, bu alanlarda depolanan karbondioksit gazının yeniden atmosfere salınmasına ve sera etkisinin artmasına sebep oluyor.

Dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin %70’inin ormanlık alanlarda yaşadığı tahmin ediliyor.

 Ormansızlaşma bu türlerin yok olmasıyla da sonuçlanabiliyor.

Bu durum, yalnızca biyoçeşitlilik açısından değil, tıbbi araştırmalar ve yaşam kaynakları tamamen bitki ve hayvan türlerine dayalı olan  insan toplulukları açısından da büyük bir tehlike arz ediyor.

 Ağaçlar toprağı yerinde tutup koruyamadıklarında, toprağın, erozyona, sel ve taşkınlara maruz kalması kaçınılmaz oluyor.

Yağmur suyunu tutup atmosfere bıraktıkları su buharı ile ağaçlar,  dünyadaki su döngüsünde de önemli rol oynuyor.

 Ormansızlaşma sonucu atmosferdeki su buharı ve yağış miktarları azalıyor, nehir ve göllerdeki su kalitesi düşüyor ve insan sağlığı olumsuz etkileniyor.

 Tüm bu etmenlerin bir araya gelmesiyle daha sıcak ve kuru iklimsel koşullar ortaya çıkıyor ki bu da dünyanın bazı bölgelerinde çölleşme ile sonuçlanabiliyor.

TEMA çölleşmeyi, “çöllerin doğal yaygınlaşması değil, kurak, yarı kurak ve yarı nemli alanlardaki arazi bozulumu” olarak tanımlıyor.

Çölleşme ile biyolojik açıdan verimli araziler çorak alanlara dönüşüyor.

Ormansızlaşmanın yanısıra, kuraklık, iklim değişikliği, aşırı ekim, aşırı otlatma ve uygun olmayan sulama uygulamaları da çölleşmeye sebep olup dünyadaki en yoksul ve hassas insan topluluklarını olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor.

  Bu nedenledir ki çölleşmenin önlenmesi veya tersine çevrilmesi, kurak alanlar üzerindeki baskıların azaltılmasının yanı sıra, yoksullukla mücadele açısından da önem taşıyor.

 Ormanların tüm karasal türlerin %80’ine ev sahipliği yaptığı hesaplanıyor.

 1990-2015 yılları arasında gezegendeki orman alanı toplam karasal alanların %31,7’sinden %30,7’sine indi.

Kuraklık ve çölleşme nedeniyle yılda 12 milyon hektar tarım alanı, (Birleşik Krallık arazisinin yarısı kadar) işlevsiz hale geliyor.

En düşük gelir seviyesine sahip nüfusun %74’ü toprak bozulmasından doğrudan etkileniyor.

Ormansızlaşmanın yanı sıra Arazi Bozulumu da gıda güvenliğine, karbon emisyonuna, biyoçeşitlilik kaybına, haşerelerin artmasına, kullanılabilir temiz suyun azalmasına ve etki yaptığı alanların ve bunlar üzerinde yaşayan nüfusların iklim değişikliği karşısındaki kırılganlığının artmasına yönelik etkisiyle toplumlar ve ekonomiler üzerinde önemli bir etkiye sahiptir.

Kavram, “Arazinin insan faaliyetlerinden kaynaklanan nedenlerle, doğal süreçlerle daha da şiddetlenen ve boyutları iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı nedeniyle sıklıkla artan şekilde, biyolojik ve ekonomik üretkenlik kapasitesinin herhangi bir şekilde azalması veya kaybedilmesi” olarak tanımlanıyor.

UNCCD verilerine göre dünya üzerindeki kullanılabilir arazilerin %25’i bozulmuş olup bunun neden olduğu ekonomik kaybın yılda 40 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

 Eylül 2015’te Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelerce kabul edilen 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’nden 15.’si ise konuyla ilgili  en temel çerçeveyi teşkil ediyor.  

 Söz konusu madde; ormanların sürdürülebilir yönetimi, çölleşme ile mücadele, karasal ekosistemlerin sürdürülebilir kullanımının korunması,  geliştirilmesi ve desteklenmesi, karasal bozulmanın durdurulması  ve iyileştirilmesi ve biyoçeşitlilik kaybının engellenmesini içeriyor.

 

ORMANSIZLAŞMA

 

Ormanlar dünyada yaklaşık 4 milyar hektar alan ile toplam arazinin %31’ini kaplıyorlar.

 Bu oran her ne kadar yüksek görünse de toplam orman kaybı 1990-2000 yılları arasında yılda 8,3 milyon hektar, 2000-2010 yılları arasında ise yılda 6,2 milyon hektar düzeyinde gerçekleşti.

Ormansızlaşma hızı azalma eğiliminde olmasına rağmen 2012’den itibaren Brezilya Amazonları’nda ormansızlaşma hızı %36 arttı.

Brezilya, Ağustos 2014-Temmuz 2015 arasındaki dönemde bir önceki yıla oranla ormansızlaşma hızında görülen %24 artışla 6207 kilometrekare orman alanını kaybetti.

 Tarımsal alanın genişlemesi, besi hayvancılığı için arazi ihtiyacı, mera bozulumu, enerji ve madencilik gibi hafriyatçı yatırımlar ve ahşap sanayisinin artan talepleri gibi sebeplerle yoğunlaşan ormansızlaşma ve orman bozulumu kaynaklı seragazı salımları, iklim değişikliğine sebep olan küresel salımların %17-18’inden sorumludur.

 Bir yandan fosil yakıt kaynaklı enerji üretimi, ulaştırma ve endüstriyel süreçler atmosferdeki karbondioksit miktarını hızla artırırken, fotosentez ile karbondioksiti atmosferden uzaklaştıran yutak alanları niteliğindeki ormanların bozulumu çeşitli mekanizmalarla kontrol altına alınmaya çalışılıyor.

 REDD+, 2005’te Montreal’de düzenlenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 11. Taraflar Toplantısı’nda (COP11) küresel iklim rejimine giren piyasa-temelli mekanizmalardan biridir.

 REDD+ ormansızlaşmadan ve orman bozulumundan kaynaklanan emisyonların azaltımı konularına odaklanırken başta tropik ormanlar olmak üzere ormanların karbon stoklarının artırılmasını ele alıyor.

REDD+ hem ulusal strateji, plan, politika ve tedbirlerin belirlenmesi, hem bu alanda kapasite geliştirilmesi ve teknoloji transferi sağlanması, hem de ormansızlaşma karşıtı faaliyetlerin getirdiği karbon azaltım miktarlarının ölçülmesi, raporlanması, doğrulanması (MRV) aşamalarından oluşuyor.

REDD+ en temelde, ormansızlaşmanın ve orman bozulumunun önlenmesi yoluyla engellenen her birim karbondioksit salımı için bir fiyat belirlenerek karbon piyasalarıyla veya doğrudan transferler yoluyla bu projelerin finanse edilmesi anlamına geliyor.

Bu finansal araçların en bilinenlerinden biri olan Dünya Bankası’nın Orman Karbon İşbirliği Fonu gelişmekte olan ülkelerde ormansızlaşmayı engellemek için finansal destekler sunuyor.

Toplam sermayesi 850 milyon ABD doları olan bu fon her ne kadar Bali’de gerçekleşen COP13’te yürürlüğe konduysa da karbon azaltımı konusunda etkili bir performans sergileyemeyen fonun günümüz itibariyle geleceği belirsizdir.

 BM kapsamında benzer başka bir inisiyatif olan UN-REDD fonunun 2016-2020 yılları arasında proje finansmanı için 200-300 milyon ABD dolarına ihtiyacı olduğu açıklanmasına rağmen Norveç, AB, Danimarka, Japonya, Lüksemburg ve İspanya’nın katkı sağladığı fonda Haziran 2016 itibariyle biriken miktar yalnızca 15 milyon ABD doları seviyesindedir.

 

YAVAŞ GIDA

 

1989 yılında İtalya’da kurulup bugün itibariyle 150’den fazla ülkede koviviyum’lara (yerel temsilcilik) sahip olan gıda temelli bir taban hareketidir.

Slow Food ağı, küreselleşmeyle birlikte yerel gıda kültürlerinin, geleneklerinin kaybolmasına karşı, mekan-zaman daralmasıyla birlikte hızlı akan 21. yüzyıl hayatlarının ve tükettiği gıdanın nereden geldiğini bilmeyen kitlelere alternatifler gösteren ve geliştiren bir örgütlenmedir.

Bu anlamda yediklerimizin ve gıda konusundaki tercihlerimizin bizi biz yapan şey olduğu iddiasıyla (Ne yersen osun!) gıdanın geldiği yerleri ve gıdanın üretim-tüketim süreçlerinin her aşamasını yeniden ele almayı hedefler.

Slow Food ağı üyeleri gıdanın, yaşamın kültür, siyaset, tarım ve çevre gibi diğer yanlarıyla doğrudan ilişkili ve etkileşimde olduğu fikrinden hareketle gıda tercihlerimizin bu alanlarda değişim yaratabileceğine inanır.

 Bu sebeple Slow Food’a göre gıdanın tarladan sofraya yolculuğunda nasıl ve kimler tarafından üretildiği, nasıl işlendiği, nasıl dağıtıldığı ve nasıl tüketildiği daha büyük toplumsal ve çevresel değişimlere kapı açabilir.

 Merkezi İtalya’nın Bra kentinde olup bugün dünyanın dört bir köşesinde temsilcileri olan Slow Food ağının ilk manifestosu Aralık 1989’da Folco Portinari tarafından Paris’te yayınlanmıştır.

Bu manifestonun orijinalliği ağın oluşumuna ilham vermiştir.

 Keyif hakkı, doğru hızda bilinçli bir yaşam sürebilmenin önemi ve kültürel biyoçeşitliliğin değeri gibi ana eksenler o günlerden beri Slow Food hareketinde yer alanlar için yol gösterici olmuştur.

 1990’ların ikinci yarısında yaşanan Gastronomik Rönesans ile endüstriyel gıdanın seri üretimine karşı agro-gıdanın büyük geleneğine yaslanan bu hareket aynı zamanda tahıl, bitki ve hayvan türlerinin korunmasından geleneksel bilge çiftçi tarımına ve mutfak kültürüne kadar yerel kültürleri de savunmuştur.

Slow Food manifestosuna göre, insanlık kendini hızdan ve onun yönlendirdiği umutsuz yoldan kurtarmak ve bilgeliği yeniden kazanmak durumundadır.

 Evrensel ‘hızlı hayat’ mottosundan kurtulmak için sakin zevklere sarılmayı salık veren bu metin, bu yavaşlığa en uygun yerden, mutfak ve yavaş gıdadan başlamayı önerir.

 

Fast food kültürünün rutinliğine ve endüstriyelliğine inat yerel tür ve yemeklerin zenginliğine ve aromalarına sığınarak (bkz. agroekoloji) hem yaşam tarzlarını hem de doğal/yapılı çevreyi (örneğin Yavaş Şehirler - Cittaslow gibi inisiyatiflerle) kurtarmayı amaçlar.

Bu anlamda Slow Food mevcut baskın gıda sistemine yapılan etraflı bir itirazdır.

Türkiye’de kayıtlı 25 konviviyumu bulunan Slow Food ağının en bilinen üyelerinden olan Fikir Sahibi Damaklar, Lüfer Koruma Timi ve İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın kampanyalarıyla Slow Food ağının en tanınan yüzlerinden birini oluşturuyor.

 

AGROEKOLOJİ

 

Agroekoloji tarımsal alanları eko sistemler olarak düşünüldüğü ve tarımın ekolojik etkilerinin dikkate alındığı üretim biçimine verilen isimdir.

 Bu kavram yakın temasta olduğu küçülme gibi hem bilimsel bir yaklaşıma, hem bir sosyal harekete, hem de bir pratiğe işaret edebilir.

 Agroekolojik tarım yöntemleri ürün çeşitliliğinin artırılmasını, kimyasal girdilerin azaltılmasını ve ürün deseni, tohum seçimi vb. ile ilgili karar alma biçimlerinin demokratikleştirilmesini savunur.

Başta iklim değişikliği olmak üzere, biyoçeşitliliğin azalması, kimyasal gübreler sebebiyle küresel azot-fosfor dengesinin bozulması gibi gezegensel sınırların aşılmasının önüne agroekolojiyle geçilebileceği fikrinden hareketle bu yaklaşım toprağın, havanın, bitkilerin, tohumun, hayvanların ve insanların sağlığını öncelik olarak koyar.

 Dahası iklimbilimci Prof. Murat Türkeş’e göre “agroekoloji emek yoğun olduğu ve çok az fosil yakıt, enerji ve yapay gübre kullanımı gerektirdiği için, insan kaynaklı iklim değişikliği ile mücadele ve  Yerküre’nin artan yüzey ve alt troposfer hava sıcaklıklarını düşürülmesine katkı sağlar.”

 Sermaye yoğun, kır nüfusunu azaltmaya yönelik endüstriyel tarımdan farklı olarak agroekoloji yaklaşımı kırda nüfusun refah içinde yaşayabileceği, toprağın karbon tutma kapasitesinin artırılacağı, biyoçeşitlilik kaybının engelleneceği ve toprak üretkenliğinin artacağı bir yaklaşımdır.

Mevcut veriler agroekoloji yaklaşımının çevresel baskı altında bile  toplam çıktı olarak endüstriyel tarımla boy ölçüşebileceğini gösteriyor.

  Dahası agroekoloji gıda kooperatifleri ve üretici-tüketici ağları yoluyla gıdanın yerelleşmesini de savunmaktadır (örnek olarak Boğaziçi Mensupları Gıda Kooperatifi ve Çiftçi-Sen’in işbirliği bu anlamda önemlidir).

 Bu anlamıyla piyasa dışı ilişkileri de geliştirmeyi amaçlayan agroekoloji yaklaşımının uluslararası ölçekte en önemli savunucusu küçük üretici federasyonu olan La Via Campesina’dır.

 La Via Campesina (İspanyolca Çiftçi Yolu) 4 kıtada 73 ülkede 164 yerel ve ulusal üyesi olan dünyanın en geniş katılımlı tarımsal bir küçük üretici hareketidir.

 Bir bütün olarak La Via Campesina, 200 milyondan fazla üreticiyi  temsil ederek diğer tüm siyasi, iktisadi ve kimliksel etiketlerden bağımsız olarak otonom, çoğulcu, çok kültürlü bir hareketi teşkil eder.

1993 yılında Belçika’nın Mons kentinde kurulan bu küresel hareket, agroekoloji ve bilge çiftçi tarımıyla hem gezegenin sınırlarının güvenli biçimde korunabileceği hem de tüm canlıların refahının sağlanabileceği fikrini savunur.

 Günümüzde La Via Campesina, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, FAO (BM Gıda ve Tarım Örgütü) ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) gibi küresel tarımsal ve çevresel tartışmalarda ana bir aktördür.

 İklim değişikliği karşısında “Bilge çiftçi tarımı gezegeni serinletir” diyen La Via Campesina, güçlü bir agroekoloji bazlı tarım sistemi kurulması için gıda egemenliğini destekler ve teşvik eder.

 


ORGANİK TARIM VE ÜRETİM

 

Organik tarım, özellikle 1930’lardan sonra başlayan ve 1960’larda iyice yaygınlaşan böcek ve zararlı ot karşıtı yasalların ve sentetik gübrelerin kullanıldığı yoğun (entansif) tarım uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan ve sürdürülebilirlik, toprak verimliliği ve biyolojik çeşitliliğin artırılmasını amaçlayan tarım sistemidir.

 Buna göre istisnalar dışında sentetik böcek ilacı, antibiyotik, sentetik gübre, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve büyüme hormonları tarımsal üretim sırasında kullanılamaz.

 Sentetik gübreler yerine kompost, hayvan gübresi veya kemik unu gibi organik kökenli gübrelerin kullanımı özendirilir ve her sene farklı ekinlerin dönüşümlü ekilerek toprağın kalitesinin korunması sağlanır.

Yan yana birbiri ile olumlu etkileşim gösterecek ekinler beraber yetiştirilir.

 Zararlı böcek ve ot kontrolü ise manuel yöntemler ya da böceklerin doğal düşmanı olan yırtıcıların kullanılması ile sağlanır.

 Tarımsal üretim süreci, ürünün yetiştirilmesi, toplanması veya hasat edilmesi, işlenmesi, tasnifi, ambalajlanması, depolanması, taşınması ve tüketiciye ulaştırılması gibi çok fazla aşama içerir.

 Bunun dışında tarımsal ürünler değişik gıda işleme, dağıtım ve perakende sektörlerini kapsayan çok geniş bir tedarik zincirinin parçası olurlar.

  İşlenmiş veya işlenmemiş tarımsal bir ürünün organik sayılabilmesi için üretimden tüketiciye gelene kadar geçen aşamaların hiçbirinde sentetik gübre, koruyucu veya kimyasal madde kullanılmamalıdır.

 Bütün bu süreç bağımsız kuruluşlar tarafından denetlenir ve sertifikasyona tabi tutulur.

Sonunda da tüketiciye ulaştırılan son ürüne “organik” etiketi verilir.

 Sentetik kimyasal ve gübre kullanılmaması sonucunda, hem çiftçiler ve ailelerin tarım ilaçlarına maruz kalmaları engellenir ve daha güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturulur,  hem de tüketicinin sağlığa zararlı kimyasal kalıntı içermeyen  gıdaya ulaşması ve gıda güvenliğinin artması sağlanır.

 Ayrıca doğaya zarar vermeyen üretim yöntemleri ile insanların doğa üzerindeki olumsuz etkileri azaltılır, kimyasal maddelerin tarımsal alanda yaşayan canlılara yönelik zararları kısıtlanır, kısaca tüm ekosisteme olumlu etkide bulunulur.

 Bu sürece sadece gıda üretimi olarak bakmak yanlış olur.

 Örneğin gıda olarak kullanılmayan pamuk gibi ürünler de organik olarak üretilebilir ve üretimin çevre üzerindeki etkileri azaltılabilir.

Benzer bir şekilde hayvancılık sırasında da organik ve doğal yem kullanılarak ve antibiyotik kullanımından kaçınılarak daha kaliteli ve sağlıklı üretim yapılabilir.

 Öte yandan organik tarım ve üretime değişik yönlerden çeşitli eleştiriler getiriliyor.

 Örneğin etiketleme ve sertifikasyon masraflarının tüketiciye ulaşan son ürünün fiyatının artmasına neden olduğu ve yoksul ailelerin sağlıklı gıdaya erişimini güçleştirdiği öne sürülmektedir.

Organik tarım yöntemlerinin, yoğun tarım yöntemleri ile yapılan üretime göre daha düşük verime sahip oldukları da iddia ediliyor.

Bu da organik üretimin etiketleme masrafı dışında da  yüksek maliyetli olmasına yol açıyor.

Bununla birlikte, aynı sürede, aynı miktarda üretim yapabilmek için yoğun tarım uygulamalarına göre daha fazla araziye ihtiyaç duyulduğu için arazi kullanımının arttığı da dile getiriliyor.

 

ORGANİK TARIM

 

1930 lardan sonra başlayan ve 1960’larda iyice yaygınlaşan böcek ve zararlı ot karşıtı kimyasalların ve sentetik gübrelerin kullanıldığı yoğun (entansif) tarım uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan ve sürdürülebilirlik, toprak verimliliği ve biyolojik çeşitliliğin artırılmasını amaçlayan tarım sistemidir.

 Buna göre istisnalar dışında sentetik böcek ilacı, antibiyotik, sentetik gübre, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve büyüme hormonları tarımsal üretim sırasında kullanılamaz.

 Sentetik gübreler yerine kompost, hayvan gübresi veya kemik unu gibi organik kökenli gübrelerin kullanımı özendirilir ve her sene farklı ekinlerin dönüşümlü ekilerek toprağın kalitesinin korunması sağlanır.

 Yan yana birbiri ile olumlu etkileşim gösterecek ekinler beraber yetiştirilir.

 Zararlı böcek ve ot kontrolü ise manuel yöntemler ya da böceklerin doğal düşmanı olan yırtıcıların kullanılması ile sağlanır.

 Tarımsal üretim süreci, ürünün yetiştirilmesi, toplanması veya hasat edilmesi, işlenmesi, tasnifi, ambalajlanması, depolanması, taşınması ve tüketiciye ulaştırılması gibi çok fazla aşama içerir.

 Bunun dışında tarımsal ürünler değişik gıda işleme, dağıtım ve perakende sektörlerini kapsayan çok geniş bir tedarik zincirinin parçası olurlar.

 İşlenmiş veya işlenmemiş tarımsal bir ürünün organik sayılabilmesi için üretimden tüketiciye gelene kadar geçen aşamaların hiçbirinde sentetik gübre, koruyucu veya kimyasal madde kullanılmamalıdır.

 Bütün bu süreç bağımsız kuruluşlar tarafından denetlenir ve sertifikasyona tabi tutulur. Sonunda da tüketiciye ulaştırılan son ürüne “organik” etiketi verilir.

 Sentetik kimyasal ve gübre kullanılmaması sonucunda, hem çiftçiler ve ailelerin tarım ilaçlarına maruz kalmaları engellenir ve daha güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturulur, hem de tüketicinin sağlığa zararlı kimyasal kalıntı içermeyen gıdaya ulaşması ve gıda güvenliğinin artması sağlanır.

Ayrıca doğaya zarar vermeyen üretim yöntemleri ile insanların doğa üzerindeki olumsuz etkileri azaltılır, kimyasal maddelerin tarımsal alanda yaşayan canlılara yönelik zararları kısıtlanır, kısaca tüm ekosisteme olumlu etkide bulunulur.

Bu sürece sadece gıda üretimi olarak bakmak yanlış olur.

 Örneğin gıda olarak kullanılmayan pamuk gibi ürünler de organik olarak üretilebilir ve üretimin çevre üzerindeki etkileri azaltılabilir.

 Benzer bir şekilde hayvancılık sırasında da organik ve doğal yem kullanılarak ve antibiyotik kullanımından kaçınılarak daha kaliteli ve sağlıklı üretim yapılabilir.

Öte yandan organik tarım ve üretime değişik yönlerden çeşitli eleştiriler getiriliyor.

 Örneğin etiketleme  ve sertifikasyon masraflarının tüketiciye ulaşan son ürünün fiyatının artmasına neden olduğu ve yoksul ailelerin sağlıklı gıdaya erişimini güçleştirdiği öne sürülmektedir.

Organik tarım yöntemlerinin, yoğun tarım yöntemleri ile yapılan üretime göre daha düşük verime sahip oldukları da iddia ediliyor.

Bu da organik üretimin etiketleme masrafı dışında da  yüksek maliyetli olmasına yol açıyor.

  Bununla birlikte, aynı sürede, aynı miktarda üretim yapabilmek için yoğun tarım uygulamalarına göre daha fazla araziye ihtiyaç duyulduğu için arazi kullanımının arttığı da dile getiriliyor.

 

PERMAKÜLTÜR

 

Doğal sistemlerin çeşitliliğine  istikrarına ve esnekliğine sahip olan, toprağın ve üzerinde yaşayan insanların gıda, enerji, barınak ve benzeri ihtiyaçlarının sürdürülebilir ve ahenkli bir şekilde karşılandığı bir tarımsal ve sosyal tasarım modelidir.

 Kavram 1978 yılında Avustralyalı bir araştırmacı, yazar, bilim adamı, öğretmen ve biyolog olan ve permakültürün babası olarak tanınan Bill Mollison tarafından Permanent (sürekli) ve agriculture (tarım) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.

 Bu modele göre tarımsal üretim doğanın karşısında değil, onunla beraber hareket ederek gerçekleştirilmeli, üretim sistemleri sadece tek bir ürünün peşinden koşmak yerine birbirleri ile etkileşen çok sayıda ürünü aynı anda üretebilecek şekilde, doğadan ilham alınarak tasarlanmalıdır.

Tasarım yapılırken görsellik ve işlevler birbirleri ile uyum içinde tasarlanır ve unsurlar, aralarındaki ilişkilerin hem insana hem de doğaya maksimum faydayı yaratacağı şekilde yerleştirilir ve bir sinerji oluşturulmaya çalışılır.

Böylece insan emeği ve enerji girdisini en aza indirmek hedeflenir.

Permakültür tasarımları, bu ilişkileri ve unsurları hesaba katarak zamanla gelişir ve dışarıdan çok az müdahale gerektiren, az miktarda girdiyle yüksek yoğunlukta yiyecek üreten oldukça karmaşık sistemler haline gelebilirler.

Bill Mollison’a göre permakültürün üç temel etik ilkesi şöyledir:

1)   Yeryüzüne Özen Gösterme;  bütün yaşam sistemlerinin, canlı cansız bütün varlıkların devamı ve çoğalması için gerekli koşulları sağlama.

2)   İnsanlara Özen Gösterme;  insanların gıda, barınak, eğitim, tatmin edici iş ve keyifli insan ilişkilerine sahip olarak sağlıklı bir şekilde varolmaları için gerekli kaynaklara ulaşmalarını sağlama.

 3)   Nüfus ve Tüketime Sınır Getirme;  kendi ihtiyaçlarımızı kontrol altına alarak yukarıdaki ilkeleri desteklemek için kaynak ayırabiliriz.

Zaman, para veya enerji cinsinden olabilecek bu kaynakları birinci ve ikinci ilkelerin gerçekleştirilmesinde kullanabiliriz.

 Permakültürün pratik uygulamaları sırasında su ihtiyacı yağmur suyu hasadıyla, yabancı otlarla mücadele malç uygulamalarıyla,

gübreleme ve toprak iyileştirme kompost yapımı ve baklagil ekimiyle gerçekleştirilir.

 Böylece toprak sağlığı üst düzeyde tutulur ve yüksek verimlilik sağlanır.

Bunun yanında birbirini dengeleyen çok çeşitli ürün ve tür bir arada yetiştirilir ve biyolojik çeşitliliğin yüksek olmasına özen gösterilir.

Hayvansal ve bitkisel üretim aynı anda gerçekleştirilir ve hem tek yıllık bitkiler, hem de ağaçlar aynı anda yetiştirilir.

 Yaban hayatının kendi kendine devam etmesi için dokunulmayan doğal bölgeler bırakılır ve biyolojik çeşitliliğin yüksek olması sağlanır.

Böylece zararlı böceklerle mücadele etmek için kimyasal ilaçlar kullanmak zorunda kalınmaz çünkü zararlıların doğal düşmanları da zararlılarla birlikte bu sistem içinde var olurlar.

Zararlı ot ve böceklerle mücadele için zaman harcanmaması nedeniyle de işçilik masrafları azalır.

Aslında görüleceği üzere bir permakültür uygulaması doğadaki karmaşık ilişkiler yumağını mümkün olduğunca fazla taklit etmeye çalışır.

 

NEGAWATT

 

Negawatt enerji veriamliliğinin artırılması ile tasarruf edilen enerji miktarını gösteren teorik bir güç birimidir.

Kavram ilk olarak 1989 yılında Rocky Mountain Enstitüsü’nde çalışan fizikçi ve çevreci Amory Lovins tarafından ortaya atıldı.

Lovins, Colorado Kamu Hizmetleri raporunda bir yazım hatasını (enerji miktarını ölçen megawatt yerine yanlışlıkla negawatt yazılmıştı) fark etti ve bu yazım hatasını verimlilik tedbirleri ile tasarruf edilen enerjiyi tanımlamak için kullandı.

 Lovins’in bu tanımına göre, enerji tasarrufu yapmak son kullanıcının tüketim seviyesini düşürmek anlamına gelmemeli çünkü son kullanıcı tüketimini buzdolabını kullanmak, televizyon izlemek, aydınlatılmış bir odada oturmak ve benzeri hizmetleri alarak yapıyor, doğrudan enerji tüketerek değil.

 Eğer siz aynı hizmeti ve ürünü daha az enerji ile üretebilirseniz son kullanıcının tüketimi düşmek zorunda olmadan enerji tasarrufu yapmak ve aslında çok büyük bir ekonomik fayda sağlamak mümkündür.

 Lovins’e göre enerji tasarrufu yapmak hem işletmeler için kârlı bir yatırım, hem de çevre için oldukça faydalı bir koruma yöntemidir.

 Hatta 1990 tarihli “Negawatt Devrimi” başlıklı makalesinde, enerji tasarrufunun aslında iklim değişikliği ile mücadelede neden en etkili yöntem olduğunu şu şekilde açıklıyor:

 “Rocky Mountain Institute tarafından yapılan bir araştırma, nükleer enerji için harcanan bir doların, aynı doların enerji verimliliğine harcanmasına göre ancak kömürlü bir elektrik santralinden üretilen karbondioksitin yedide birinden daha azını engelleyeceğini ortaya koydu.

 Yani, nükleer enerji için harcanan her bir dolar, enerji verimliliğine harcanması halinde ortaya çıkmayacak olan altı birim fazladan karbondioksit salımına neden olmakta.

 Rocky Mountain Enstitüsü analistleri küresel ısınmanın çoğunun, yılda yaklaşık 200 milyar dolarlık bir net kâr ile gelişmiş enerji tasarrufu teknikleri ile azaltılabileceğine inanıyor”

 Bunun yanında, Lovins’e göre enerji tasarrufu ile elde edilen negawatt’lar, tıpkı diğer megawattlar gibi bir negawatt piyasasında alınıp satılabilir hale getirilebilir.

 Buna göre, her tüketiciye en başta belli miktarda enerji kullanım hakkı verilebilir, tüketiciler de kullanmadıkları enerji miktarını başka kullanıcılara satabilirler.

  Tasarruf ettikleri enerjiden doğrudan para kazanacaklarını gören tüketiciler de böylece enerji verimliliği uygulamalarını kullanmaya teşvik edilmiş olurlar.

 Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2016 yılında yayınladığı Enerji Verimliliği Piyasası Raporu 2015 yılında enerji verimliliğine yapılan toplam yatırım miktarının bir önceki yıla göre %6 oranında arttığını söylüyor.

Rapora göre verimlilik yatırımları, 2015 yılında geleneksel enerji üretimine yapılan toplam yatırımın üçte ikisinden fazla.

 IEA, önümüzdeki yıllarda bu pazarın daha da büyüyeceğini öngörüyor.

 


NÜKLEER ENERJİ

 

Nükleer enerji, üç nükleer reaksiyondan biri ile oluşur.

 Bunlar füzyon (atomik parçacıkların birleşme reaksiyonu), fisyon (atom çekirdeğinin zorlanarak parçalanması) ve yarılanma (çekirdeğin parçalanarak daha kararlı hale geçmesi) olarak sıralanıyor.

 Nükleer enerjinin ve radyoaktivitenin tarihi 19. yüzyılın sonuna, Fransız fizikçi Henri Becquerel’in çalışmalarına dayanıyor.

 Albert Einstein 20. yüzyılın hemen başında kütle ve enerji arasındaki ilişki üzerine ünlü “e=mc2” teorisini açıklarken, bu teorinin ispatı 1934 yılında İtalyan fizikçi Enrico Fermi’nin nükleer fisyonu keşfiyle gerçekleşti.

 Sonraki 10 yıl içinde nükleer enerji alanındaki gelişmeler atom bombasının icadı ve II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Japonya’nın Hiroşima  ve Nagasaki kentleri üzerinde kullanılmasına yol açtı.

 Savaşın bitmesinden sonra nükleer enerjiden elektrik enerjisi üretimi üzerine araştırmalar hız kazandı.

 1990 yılları arasında nükleer enerji kullanımı hızla artarken, 1988 yılında Ukrayna’da yaşanan Çernobil faciası sonrası bir yavaşlama dönemine girildi.

 2000’li yıllarda düz bir çizgi izleyen nükleer enerjiden elektrik üretimi, 2011 yılında Japonya, Fukuşima’da gerçekleşen kazanın ardından önemli ölçüde düşerken, “nükleer rönesans” beklentileri en azından orta vadede gündemden çıktı.

 Nükleer enerji maliyetlerindeki artış ve projelerin inşa süreleri ile maliyet tahminlerindeki büyük sapmalar, bu projelerin ekonomik değerlerinin de sorgulanmasına yol açıyor.

 Örneğin Finlandiya’da 2005 yılında inşaatına başlanan Olkiluoto 3 Nükleer Santrali’nin açılış yılı 2009’dan 2018’e ertelendi.

 Nükleer enerji, 2014 yılında küresel birincil enerji talebinin %4,8’ini, elektrik enerjisi üretiminin ise %10,6’sını sağladı.

     Nükleer enerjiden elektrik üretiminde en yüksek pay, %33 ile ABD’ye ait.

ABD’yi Fransa izliyor.

Fukuşima’dan sonraki dönemde Almanya, Fransa, İsveç ve Japonya’da nükleer enerji kullanımın azaltılması ve/veya tamamen devreden çıkarılmasına dair politikalar benimsendi.

Uygulamada ise bugüne kadar karışık sonuçlar söz konusu.

 Günümüz itibariyle faaliyette olan nükleer enerji santrallerinin tümü nükleer fisyon reaksiyonuna dayanıyor.

  Çalışmalar, nükleer füzyon ile 3-4 kat daha fazla enerji üretme potansiyeli olduğunu gösteriyor.

 Bunun yanı sıra zincirleme reaksiyon etkisi ve yüksek radyoaktiviteye sahip atıkların olmaması sebebiyle nükleer füzyonun nükleer fisyona kıyasla daha güvenli ve çevresel açıdan daha temiz bir teknoloji olduğu savunuluyor.

Füzyon teknolojisinin ticari kullanıma uygun hale getirilmesi için bilimsel çalışmalar halen devam ediyor.

 Nükleer enerjinin Türkiye’deki hikayesi de, 1950’lerin ikinci yarısına kadar uzanıyor.

 1956 yılında Atom Enerjisi Komisyonu’nu kuran, 1957 yılında Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) üyesi olan Türkiye’de, neredeyse 60 yıllık bir sürecin farklı dönemlerinde gerçekleştirilen çeşitli ihaleler ve denemelere rağmen henüz bir nükleer santral faaliyette değil.

 Türkiye ve Rusya Federasyonu ile 2010 yılında imzalanan anlaşma ile Mersin Akkuyu’da 4800 MW kurulu gücüne sahip bir santralin yapılması kararlaştırıldı.

 İkinci nükleer santral projesi Japon Mitsubishi firması ve Fransız AREVA’nın başını çektiği bir konsorsiyum ile Sinop’ta planlanırken, üçüncü nükleer santral projesi için subasar ormanlarıyla bilinen  İğneada’nın adı geçiyor.

2019 yılında Akkuyu NGS’de test üretimi aşamasına geçilmesi, Sinop’ta inşaat çalışmalarının başlaması, üçüncü santral için ise sahanın belirlenmesi ile önfizibilite ve yatırım çalışmalarının başlatılması mevcut resmi hedefler kapsamında bulunuyor.

 Uluslararası Enerji Ajansı başta olmak üzere ana akım kurumlar, emisyon azaltımı hedeflerine erişilmesi için nükleer enerjinin, yenilenebilir enerji teknolojilerine eşlik edebileceğini savunuyor.

 Doğa koruma ve sürdürülebilirlik perspektifinden ise fosil yakıta dayalı tesislerin nükleer enerji santralleri ile ikamesi, bir çevresel problemin diğeriyle ikamesi olarak nitelendiriliyor.

 Nükleer hammaddenin çıkarılması, işlenmesi, atıkların bertarafı gibi süreçlerdeki sızıntı riski, radyoaktif atıkların nerede depolanacağı ve nasıl bertaraf edileceğine dair sürdürülebilir çözümlerin halen bulunamamış olması ve nükleer enerjinin fazlasıyla pahalı bir opsiyon olması nedenleriyle bu teknolojiyle aktarılacak milyarlarca doların enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji gibi daha sürdürülebilir enerji teknolojilerine aktarılması gerektiğinin altı çiziliyor.


  YAVAŞ ŞEHİRLER   Cittaslow hareketi 1999 yılında İtalya’nın Toskana bölgesindeki Greve in Chianti’nin eski belediye başkanı Paolo Satu...