NÜKLEER ENERJİ
Nükleer enerji, üç nükleer reaksiyondan biri ile
oluşur.
Bunlar füzyon (atomik parçacıkların birleşme
reaksiyonu), fisyon (atom çekirdeğinin zorlanarak parçalanması) ve
yarılanma (çekirdeğin parçalanarak daha kararlı hale geçmesi) olarak
sıralanıyor.
Nükleer enerjinin ve radyoaktivitenin tarihi 19.
yüzyılın sonuna, Fransız fizikçi Henri Becquerel’in çalışmalarına dayanıyor.
Albert Einstein 20. yüzyılın hemen başında kütle
ve enerji arasındaki ilişki üzerine ünlü “e=mc2” teorisini açıklarken, bu
teorinin ispatı 1934 yılında İtalyan fizikçi Enrico Fermi’nin nükleer fisyonu
keşfiyle gerçekleşti.
Sonraki 10 yıl içinde nükleer enerji alanındaki
gelişmeler atom bombasının icadı ve II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru
Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentleri üzerinde kullanılmasına yol
açtı.
Savaşın bitmesinden sonra nükleer enerjiden
elektrik enerjisi üretimi üzerine araştırmalar hız kazandı.
1990 yılları arasında nükleer enerji kullanımı
hızla artarken, 1988 yılında Ukrayna’da yaşanan Çernobil faciası
sonrası bir yavaşlama dönemine girildi.
2000’li yıllarda düz bir çizgi izleyen nükleer
enerjiden elektrik üretimi, 2011 yılında Japonya, Fukuşima’da gerçekleşen
kazanın ardından önemli ölçüde düşerken, “nükleer rönesans” beklentileri
en azından orta vadede gündemden çıktı.
Nükleer enerji maliyetlerindeki artış ve
projelerin inşa süreleri ile maliyet tahminlerindeki büyük sapmalar, bu
projelerin ekonomik değerlerinin de sorgulanmasına yol açıyor.
Örneğin Finlandiya’da 2005 yılında inşaatına
başlanan Olkiluoto 3 Nükleer Santrali’nin açılış yılı 2009’dan 2018’e
ertelendi.
Nükleer enerji, 2014 yılında küresel birincil
enerji talebinin %4,8’ini, elektrik enerjisi üretiminin ise %10,6’sını sağladı.
Nükleer enerjiden
elektrik üretiminde en yüksek pay, %33 ile ABD’ye ait.
ABD’yi Fransa izliyor.
Fukuşima’dan sonraki dönemde Almanya, Fransa, İsveç ve
Japonya’da nükleer enerji kullanımın azaltılması ve/veya tamamen devreden
çıkarılmasına dair politikalar benimsendi.
Uygulamada ise bugüne kadar karışık sonuçlar söz
konusu.
Günümüz itibariyle faaliyette olan nükleer
enerji santrallerinin tümü nükleer fisyon reaksiyonuna dayanıyor.
Çalışmalar, nükleer füzyon ile 3-4 kat
daha fazla enerji üretme potansiyeli olduğunu gösteriyor.
Bunun yanı sıra zincirleme reaksiyon etkisi ve
yüksek radyoaktiviteye sahip atıkların olmaması sebebiyle nükleer füzyonun
nükleer fisyona kıyasla daha güvenli ve çevresel açıdan daha temiz bir
teknoloji olduğu savunuluyor.
Füzyon teknolojisinin ticari kullanıma uygun hale
getirilmesi için bilimsel çalışmalar halen devam ediyor.
Nükleer enerjinin Türkiye’deki hikayesi
de, 1950’lerin ikinci yarısına kadar uzanıyor.
1956 yılında Atom Enerjisi Komisyonu’nu kuran,
1957 yılında Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın
(UAEA) üyesi olan Türkiye’de, neredeyse 60 yıllık bir sürecin farklı
dönemlerinde gerçekleştirilen çeşitli ihaleler ve denemelere rağmen henüz bir
nükleer santral faaliyette değil.
Türkiye ve Rusya Federasyonu ile 2010 yılında
imzalanan anlaşma ile Mersin Akkuyu’da 4800 MW kurulu gücüne sahip bir
santralin yapılması kararlaştırıldı.
İkinci nükleer santral projesi Japon Mitsubishi
firması ve Fransız AREVA’nın başını çektiği bir konsorsiyum ile Sinop’ta
planlanırken, üçüncü nükleer santral projesi için subasar ormanlarıyla
bilinen İğneada’nın adı geçiyor.
2019 yılında Akkuyu NGS’de test üretimi aşamasına
geçilmesi, Sinop’ta inşaat çalışmalarının başlaması, üçüncü santral için
ise sahanın belirlenmesi ile önfizibilite ve yatırım çalışmalarının
başlatılması mevcut resmi hedefler kapsamında bulunuyor.
Uluslararası Enerji Ajansı başta olmak üzere ana
akım kurumlar, emisyon azaltımı hedeflerine erişilmesi için nükleer enerjinin,
yenilenebilir enerji teknolojilerine eşlik edebileceğini savunuyor.
Doğa koruma ve sürdürülebilirlik perspektifinden
ise fosil yakıta dayalı tesislerin nükleer enerji santralleri ile
ikamesi, bir çevresel problemin diğeriyle ikamesi olarak nitelendiriliyor.
Nükleer hammaddenin çıkarılması, işlenmesi,
atıkların bertarafı gibi süreçlerdeki sızıntı riski, radyoaktif atıkların
nerede depolanacağı ve nasıl bertaraf edileceğine dair sürdürülebilir
çözümlerin halen bulunamamış olması ve nükleer enerjinin
fazlasıyla pahalı bir opsiyon olması nedenleriyle bu teknolojiyle
aktarılacak milyarlarca doların enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji
gibi daha sürdürülebilir enerji teknolojilerine aktarılması gerektiğinin
altı çiziliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder