1 Aralık 2022 Perşembe

 YAVAŞ ŞEHİRLER

 

Cittaslow hareketi 1999 yılında İtalya’nın Toskana bölgesindeki Greve in Chianti’nin eski belediye başkanı Paolo Saturnini’nin inisiyatifiyle yaşam kalitesini yükseltmek  amacıyla kentlerin kendilerini değerlendirmelerini ve farklı bir kalkınma modeli ortaya koymaları fikrinden çıkmıştır.

İlk buluşmada yer alan Slow Food ağı kurucusu Carlo Petrini ile 4 küçük ilçe olan Chianti, Orvieto, Bra ve Positano belediyelerinin imzaladığı metin, Cittaslow hareketinin de temelini atmıştır.

 Tüketim odaklı bir yaşamın insanlara mutluluk ve huzur getirmediği gerçeğinden hareketle, yeni yaşam biçimleri konusundaki arayışın kentsel ölçekteki yansımaları Cittaslow hareketini ortaya çıkarmıştır.

Cittaslow, günlük yaşamın hızının düşürülerek yaşamaktan zevk alınacak bir hızda yaşanmasını savunur ve bu fikrin başka yerelliklerde yeşermesi için uğraş verir.

Merkezi Orvieto’da (İtalya) bulunan Cittaslow hareketi, “İnsanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, sosyalleşebilecekleri, kendine yeten, sürdürülebilir, el sanatlarına, doğasına, gelenek ve göreneklerine sahip çıkan ama aynı zamanda altyapı sorunları olmayan, yenilenebilir enerji kaynakları kullanan, teknolojinin kolaylıklarından yararlanan kentlerin gerçekçi bir alternatif olacağı hedefiyle yola çıkmıştır”.

 Yalnızca nüfusu 50.000’den küçük yerel yönetimlerin tam üye olabildiği Cittaslow ağı günümüzde 28 ülkede 192 üyeye sahiptir.

 Slow Food hareketinin mekansallaşması olarak da ifade edilebilecek olan Cittaslow hareketi, 50 hedef ve prensip üzerinden yeni üyelerini kabul etmeye devam ediyor.

 Ağın faaliyetlerinden birtanesi de Cittaslow kültürünü yayarken yerelde hayat kalitesini arttıracak uluslararası nirengi noktaları oluşturmaktır.

 Bu bağlamda Cittaslow hareketi;

 a)   Kentsel alandaki ortak yaşamı herkes için daha iyi hale getirmeye,

b) Şehirlerdeki yaşam kalitesini yükseltmeye,

 c) İnsan yerleşimlerinde homojenleşme ve küreselleşmenin tektipleştirici etkilerine direnmeye,

 d) Çevreyi korumaya,

 e) Kültürel çeşitlilik ve her kentin benzersizliğini savunmaya ve

 f) Daha sağlıklı yaşam biçimleri için ilham vermeye çabalar.

 2016 itibariyle Türkiye’de 11 Cittaslow üyesi bulunuyor.

 Ağa üye olan ilçeler şunlardır:

 Akyaka, Gökçeada, Halfeti, Perşembe, Şavşat, Seferihisar, Taraklı, Uzundere, Yalvaç, Vize ve Yenipazar.

 Cittaslow ağı üyesi olan şehirler uluslararası standartlara göre denetlendikten sonra kriterleri karşılamaları halinde Cittaslow’un planlı ekonomik küçülme hareketiyle birlikle paylaştığı logosu olan ‘Salyangoz Bayrağı’ dalgalandırma hakkına kavuşur.

 Türkiye’nin ilk Cittaslow’u olarak 2009’da ağa dahil olan Seferihisar’ın Belediye Başkanı Tunç Soyer, aynı zamanda Cittaslow ağının uluslararası başkan yardımcılığını da yürütüyor.

 GEÇİŞ ŞEHİRLERİ

 

İklim değişikliği ve diğer iktisadi krizler karşısında tabandan dayanıklılığı hedefleyen  sosyal ve ekolojik bir girişimdir.

 Geçiş inisiyatifleri, sosyo-ekolojik tehditler karşısında yerelden, yurttaş eğitimi temelli, çok paydaşlı planlama temelinde hareket eden ve yerel kapasiteyi arttırarak çözümü bu ölçekte arayan yöntemleriyle kendilerini diğer çevre ve sürdürülebilirlik gruplarından ayırırlar.

 Bu anlamda ağ oluşturma, doğal süreçleri destekleme ve zenginleştirme, iktisadi faaliyetleri çeşitlendirme, para-dışı ekonomiler oluşturma ve maddi olmayan yaşam kalitesi göstergelerini geliştirme gibi girişimler bu inisiyatiflerin ana faaliyetleri arasında yer alır.

  “Küçük güzeldir” (1973) isimli kitabıyla bilinen İngiliz iktisatçı E. F. Schumacher’in izinden yerel bir yaşam biçimini kutlayan bu hareket, küresel sistemlerdeki değişimler, dalgalanmalar ve şoklar karşısında daha yerele dayanan bir toplumsal örgütlenmeyi ve üretim-tüketim biçimini hayata geçirmeye çalışıyor.

 İlk örnekleri İngiltere’de görülen geçiş hareketi toplumsal bir hareket olarak 2005’ten beri büyümektedir.

 Günümüzde 50’den fazla ülkeye yayılan bu hareket yerelden başlayarak iklim değişikliği ve petrol üretim zirvesi gibi küresel soru, sorun, çelişki ve risklere cevap oluşturmayı hedefliyor.

 Bu anlamda geçiş şehirleri sosyal ve ekolojik sorunlara çözümlerini kitlesellikle üreten, karşılıklı yardım ve destek kültürünü temeline koyan ve ağ biçiminde üretim-tüketim döngüleri kuran sosyal, kültürel ve iktisadi bir sisteme işaret eder.

 Geçiş şehirleri yaklaşımının yeşil ekonomi, sürdürülebilir tüketim gibi yaklaşımlardan temel farkı sürdürülebilirlik yönünde değişimin piyasa veya devletten beklenmemesi gerektiği, bu değişimin yerelden geleceği yönündeki inancıdır.

 Bu sebeple de yerel yönetimlerde katılımcılık, yerel toplulukların özyönetimi ve yerel ekonomiler (alternatif para birimleri, takas ve dayanışma ekonomisi gibi) bu hareketin en önemli vurgu noktalarıdır.

 Geçiş hareketinin 7 temel boyutu şunlardır:

 1- Sağlıklı yerel topluluklar kurmak ve birlikte çalışmayı öğrenmek

2- Vizyon oluşturmak:

 Beraberce üretilecek bir gelecek hayal etmek

 3- Katılımcılık:

 Sempatizanlar ve olağan ortakların ötesinde geniş katılımcı  mekanizmalar kurmak

 4- Ağlar ve ortaklıklar:

Diğer ağlarla işbirlikleri kurmak

  5- Pratik projeler gerçekleştirmek:

 Başkalarına ilham vermek ve yeni altyapılar kurmak

 6- Ölçek yükseltmek:

 Başka yerlerdeki geçiş inisiyatifleriyle bağlanmak

 7- Gözden geçirmek ve kutlamak:

 Yapılanları hep birlikte değerlendirip; başarıları beraberce kutlamak.

 Hareketin kurucularından Ben Brangwyn’in dedikleri belki de geçiş şehirlerini en güzel biçimde özetliyor:

“Hükümetleri beklersek yarın çok geç olacak, bireyler olarak harekete geçersek muhtemelen eylemlerimiz çok ufak kalacak ama belki bugün topluluklar olarak harekete geçersek tamı tamına yeteriz.”

  MİTİGASYON

 

Gezegenimiz her geçen gün ısınıyor.

Modern cihazlarla sıcaklık ölçümünün başladığı 1880 yılından bu yana en sıcak 16 yıldan 15’i 21. yüzyıl içinde yaşandı.

 2015 yılı bugüne kadar kaydedilmiş en sıcak yıl olurken, sıcaklıklar 20. yüzyıl ortalamasının 0,9°C üzerindeydi.

 Günümüzde atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu sanayi öncesi dönemdeki düzeyini %40 (yaklaşık 280 ppm) oranında aşarak 400 ppm’in üzerine çıktı.

  İklim değişikliğiyle mücadele için emisyonların azaltılması ve nihayetinde sıfırlandırılması gerekirken, yıllık küresel emisyonlarda çarpıcı bir artış gözleniyor.

Sanayi devriminden bu yana atmosfere bırakılan toplam insan kaynaklı seragazı emisyonlarının %40’ı, son 40 yıl içerisinde gerçekleşti.

 2015’te imzalanan Paris Anlaşması’nın altına imza atan ülkeler, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinden korunmak için sıcaklıklardaki artışın 2°C’nin altında, tercihen 1,5°C eşiğinde sınırlandırılması hedefini kabul ettiler.

 Bunun için belli bir karbon bütçesini aşmamamız gerekiyor.

 Analizlere göre mevcut karbondioksit emisyonları ile 2°C hedefi için karbon bütçesini 20 yıl, 1,5°C hedefi altındaki karbon bütçesini ise sadece 5 yıl içerisinde aşacağız.

 Bilim insanları, her iki hedef için de 2020 yılı öncesinde emisyonlarda düşüş trendinin başlaması gerektiğini belirtiyor.5

 Mitigasyon (azaltım) kavramı, tam da bu noktada devreye giriyor.

 

Mitigasyon, iklim değişikliği bağlamında, seragazı kaynaklarını azaltmayı ya da karbon yutaklarını artırmayı amaçlayan insan kaynaklı müdahaleleri ifade ediyor.

 Küresel seragazı emisyonlarının %76’sı sanayi, ulaşım, binalar, elektrik ve ısı üretimi sektörlerinden kaynaklanıyor.

 Veriler, 2000- 2010 yılları arasındaki emisyon artışının %88’inin bu sektörlerden kaynaklandığını gösteriyor.

Dolayısıyla bu alanlardaki mitigasyon çalışmaları kilit önem taşıyor.

 Bilimin işaret ettiği mitigasyon seviyesinin yakalanması, çok boyutlu bir yaklaşımı gerektiriyor.

 İklim değişikliği küresel bir sorun.

 Çözüm de, küresel ölçekte ortak hareket etme becerisine dayanıyor.

 İklim değişikliğine ilişkin sorumluluk ve yükümlülüklerin adil paylaşımı, küresel çabaların etkinliği için en önemli şartlardan birisi.

 Bunun yanı sıra, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin ortaya koyduğu üzere, mitigasyonun iklim değişikliğinin etkilerine uyumu da içeren geniş bir çerçevede ele alınması gerekiyor.

 Türkiye’nin seragazı emisyon trendleri de, dünyadaki ortalama eğilimler ile paralellik gösteriyor.

  1990-2014 arasında yılında emisyonlarda %125 oranında artış görüldü.

 Emisyonların %72,5‘i enerji sektörü, %13,4‘ü ise endüstriyel işlemler ve ürün kullanımından kaynaklanırken, 1990 - 2014 dönemindeki emisyon artışının %80’i enerji sektöründen kaynaklandı.

 Veriler, 1990-2014 yılları arasında Türkiye’de yutak alan kapasitesinin 30 mtCO2e (karbondioksit eşdeğeri) seviyesinde arttığını gösteriyor.

 

1990-2014 döneminde toplam 8 milyar ton CO2e atmosfere bırakılırken, yutak alanlarının bunun sadece 1 milyar tonunu tutacak kapasitede kalması, mitigasyon için enerji sektörü başta olmak üzere sektörel emisyon azaltımı çalışmalarının kilit öneme sahip olduğunu ortaya koyuyor.

 Türkiye’nin mitigasyon alanında adil payını yerine getirmesi için emisyonlarda 2020 yılından itibaren düşüş trendini başlatması, 2030 yılında 2010 yılındaki seviyeye geri dönmesi gerekiyor.

 

2 Kasım 2022 Çarşamba

ORMANSIZLAŞMA VE ÇÖLLEŞME

 

Ormansızlaşma ağaçların yerine konması veya yeniden herhangi bir ağaç birliğinin oluşturulması amacı olmaksızın kesilmesi anlamına geliyor.

 Bazı durumlarda, ormansızlaşmanın sebebi, ağaçlardan doğrudan yararlanmak (yakıt, yapı malzemesi, kağıt elde etme vb.) olarak ortaya çıkıyor.

 Bazı durumlarda ise ağaçlar tarım arazisi veya mera açmak amacıyla ya da kentsel alanların genişletilmesi için kesiliyor.

 Ağaç kayıpları, doğal afetler gibi kasti olmayan sebeplerle de gerçekleşebiliyor.

 Ormanların toprağa, su kaynaklarına, iklime ve doğrudan insan sağlığına sağladığı yararlar nedeniyle ormansızlaşmanın sonuçları birçok durumda geri dönüşü olmayacak kadar ağır oluyor.

 Doğal karbon yutağı görevi gören ormanların ve ağaçlık alanların ortadan kalkması, bu alanlarda depolanan karbondioksit gazının yeniden atmosfere salınmasına ve sera etkisinin artmasına sebep oluyor.

Dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin %70’inin ormanlık alanlarda yaşadığı tahmin ediliyor.

 Ormansızlaşma bu türlerin yok olmasıyla da sonuçlanabiliyor.

Bu durum, yalnızca biyoçeşitlilik açısından değil, tıbbi araştırmalar ve yaşam kaynakları tamamen bitki ve hayvan türlerine dayalı olan  insan toplulukları açısından da büyük bir tehlike arz ediyor.

 Ağaçlar toprağı yerinde tutup koruyamadıklarında, toprağın, erozyona, sel ve taşkınlara maruz kalması kaçınılmaz oluyor.

Yağmur suyunu tutup atmosfere bıraktıkları su buharı ile ağaçlar,  dünyadaki su döngüsünde de önemli rol oynuyor.

 Ormansızlaşma sonucu atmosferdeki su buharı ve yağış miktarları azalıyor, nehir ve göllerdeki su kalitesi düşüyor ve insan sağlığı olumsuz etkileniyor.

 Tüm bu etmenlerin bir araya gelmesiyle daha sıcak ve kuru iklimsel koşullar ortaya çıkıyor ki bu da dünyanın bazı bölgelerinde çölleşme ile sonuçlanabiliyor.

TEMA çölleşmeyi, “çöllerin doğal yaygınlaşması değil, kurak, yarı kurak ve yarı nemli alanlardaki arazi bozulumu” olarak tanımlıyor.

Çölleşme ile biyolojik açıdan verimli araziler çorak alanlara dönüşüyor.

Ormansızlaşmanın yanısıra, kuraklık, iklim değişikliği, aşırı ekim, aşırı otlatma ve uygun olmayan sulama uygulamaları da çölleşmeye sebep olup dünyadaki en yoksul ve hassas insan topluluklarını olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor.

  Bu nedenledir ki çölleşmenin önlenmesi veya tersine çevrilmesi, kurak alanlar üzerindeki baskıların azaltılmasının yanı sıra, yoksullukla mücadele açısından da önem taşıyor.

 Ormanların tüm karasal türlerin %80’ine ev sahipliği yaptığı hesaplanıyor.

 1990-2015 yılları arasında gezegendeki orman alanı toplam karasal alanların %31,7’sinden %30,7’sine indi.

Kuraklık ve çölleşme nedeniyle yılda 12 milyon hektar tarım alanı, (Birleşik Krallık arazisinin yarısı kadar) işlevsiz hale geliyor.

En düşük gelir seviyesine sahip nüfusun %74’ü toprak bozulmasından doğrudan etkileniyor.

Ormansızlaşmanın yanı sıra Arazi Bozulumu da gıda güvenliğine, karbon emisyonuna, biyoçeşitlilik kaybına, haşerelerin artmasına, kullanılabilir temiz suyun azalmasına ve etki yaptığı alanların ve bunlar üzerinde yaşayan nüfusların iklim değişikliği karşısındaki kırılganlığının artmasına yönelik etkisiyle toplumlar ve ekonomiler üzerinde önemli bir etkiye sahiptir.

Kavram, “Arazinin insan faaliyetlerinden kaynaklanan nedenlerle, doğal süreçlerle daha da şiddetlenen ve boyutları iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı nedeniyle sıklıkla artan şekilde, biyolojik ve ekonomik üretkenlik kapasitesinin herhangi bir şekilde azalması veya kaybedilmesi” olarak tanımlanıyor.

UNCCD verilerine göre dünya üzerindeki kullanılabilir arazilerin %25’i bozulmuş olup bunun neden olduğu ekonomik kaybın yılda 40 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

 Eylül 2015’te Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelerce kabul edilen 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’nden 15.’si ise konuyla ilgili  en temel çerçeveyi teşkil ediyor.  

 Söz konusu madde; ormanların sürdürülebilir yönetimi, çölleşme ile mücadele, karasal ekosistemlerin sürdürülebilir kullanımının korunması,  geliştirilmesi ve desteklenmesi, karasal bozulmanın durdurulması  ve iyileştirilmesi ve biyoçeşitlilik kaybının engellenmesini içeriyor.

 

ORMANSIZLAŞMA

 

Ormanlar dünyada yaklaşık 4 milyar hektar alan ile toplam arazinin %31’ini kaplıyorlar.

 Bu oran her ne kadar yüksek görünse de toplam orman kaybı 1990-2000 yılları arasında yılda 8,3 milyon hektar, 2000-2010 yılları arasında ise yılda 6,2 milyon hektar düzeyinde gerçekleşti.

Ormansızlaşma hızı azalma eğiliminde olmasına rağmen 2012’den itibaren Brezilya Amazonları’nda ormansızlaşma hızı %36 arttı.

Brezilya, Ağustos 2014-Temmuz 2015 arasındaki dönemde bir önceki yıla oranla ormansızlaşma hızında görülen %24 artışla 6207 kilometrekare orman alanını kaybetti.

 Tarımsal alanın genişlemesi, besi hayvancılığı için arazi ihtiyacı, mera bozulumu, enerji ve madencilik gibi hafriyatçı yatırımlar ve ahşap sanayisinin artan talepleri gibi sebeplerle yoğunlaşan ormansızlaşma ve orman bozulumu kaynaklı seragazı salımları, iklim değişikliğine sebep olan küresel salımların %17-18’inden sorumludur.

 Bir yandan fosil yakıt kaynaklı enerji üretimi, ulaştırma ve endüstriyel süreçler atmosferdeki karbondioksit miktarını hızla artırırken, fotosentez ile karbondioksiti atmosferden uzaklaştıran yutak alanları niteliğindeki ormanların bozulumu çeşitli mekanizmalarla kontrol altına alınmaya çalışılıyor.

 REDD+, 2005’te Montreal’de düzenlenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 11. Taraflar Toplantısı’nda (COP11) küresel iklim rejimine giren piyasa-temelli mekanizmalardan biridir.

 REDD+ ormansızlaşmadan ve orman bozulumundan kaynaklanan emisyonların azaltımı konularına odaklanırken başta tropik ormanlar olmak üzere ormanların karbon stoklarının artırılmasını ele alıyor.

REDD+ hem ulusal strateji, plan, politika ve tedbirlerin belirlenmesi, hem bu alanda kapasite geliştirilmesi ve teknoloji transferi sağlanması, hem de ormansızlaşma karşıtı faaliyetlerin getirdiği karbon azaltım miktarlarının ölçülmesi, raporlanması, doğrulanması (MRV) aşamalarından oluşuyor.

REDD+ en temelde, ormansızlaşmanın ve orman bozulumunun önlenmesi yoluyla engellenen her birim karbondioksit salımı için bir fiyat belirlenerek karbon piyasalarıyla veya doğrudan transferler yoluyla bu projelerin finanse edilmesi anlamına geliyor.

Bu finansal araçların en bilinenlerinden biri olan Dünya Bankası’nın Orman Karbon İşbirliği Fonu gelişmekte olan ülkelerde ormansızlaşmayı engellemek için finansal destekler sunuyor.

Toplam sermayesi 850 milyon ABD doları olan bu fon her ne kadar Bali’de gerçekleşen COP13’te yürürlüğe konduysa da karbon azaltımı konusunda etkili bir performans sergileyemeyen fonun günümüz itibariyle geleceği belirsizdir.

 BM kapsamında benzer başka bir inisiyatif olan UN-REDD fonunun 2016-2020 yılları arasında proje finansmanı için 200-300 milyon ABD dolarına ihtiyacı olduğu açıklanmasına rağmen Norveç, AB, Danimarka, Japonya, Lüksemburg ve İspanya’nın katkı sağladığı fonda Haziran 2016 itibariyle biriken miktar yalnızca 15 milyon ABD doları seviyesindedir.

 

YAVAŞ GIDA

 

1989 yılında İtalya’da kurulup bugün itibariyle 150’den fazla ülkede koviviyum’lara (yerel temsilcilik) sahip olan gıda temelli bir taban hareketidir.

Slow Food ağı, küreselleşmeyle birlikte yerel gıda kültürlerinin, geleneklerinin kaybolmasına karşı, mekan-zaman daralmasıyla birlikte hızlı akan 21. yüzyıl hayatlarının ve tükettiği gıdanın nereden geldiğini bilmeyen kitlelere alternatifler gösteren ve geliştiren bir örgütlenmedir.

Bu anlamda yediklerimizin ve gıda konusundaki tercihlerimizin bizi biz yapan şey olduğu iddiasıyla (Ne yersen osun!) gıdanın geldiği yerleri ve gıdanın üretim-tüketim süreçlerinin her aşamasını yeniden ele almayı hedefler.

Slow Food ağı üyeleri gıdanın, yaşamın kültür, siyaset, tarım ve çevre gibi diğer yanlarıyla doğrudan ilişkili ve etkileşimde olduğu fikrinden hareketle gıda tercihlerimizin bu alanlarda değişim yaratabileceğine inanır.

 Bu sebeple Slow Food’a göre gıdanın tarladan sofraya yolculuğunda nasıl ve kimler tarafından üretildiği, nasıl işlendiği, nasıl dağıtıldığı ve nasıl tüketildiği daha büyük toplumsal ve çevresel değişimlere kapı açabilir.

 Merkezi İtalya’nın Bra kentinde olup bugün dünyanın dört bir köşesinde temsilcileri olan Slow Food ağının ilk manifestosu Aralık 1989’da Folco Portinari tarafından Paris’te yayınlanmıştır.

Bu manifestonun orijinalliği ağın oluşumuna ilham vermiştir.

 Keyif hakkı, doğru hızda bilinçli bir yaşam sürebilmenin önemi ve kültürel biyoçeşitliliğin değeri gibi ana eksenler o günlerden beri Slow Food hareketinde yer alanlar için yol gösterici olmuştur.

 1990’ların ikinci yarısında yaşanan Gastronomik Rönesans ile endüstriyel gıdanın seri üretimine karşı agro-gıdanın büyük geleneğine yaslanan bu hareket aynı zamanda tahıl, bitki ve hayvan türlerinin korunmasından geleneksel bilge çiftçi tarımına ve mutfak kültürüne kadar yerel kültürleri de savunmuştur.

Slow Food manifestosuna göre, insanlık kendini hızdan ve onun yönlendirdiği umutsuz yoldan kurtarmak ve bilgeliği yeniden kazanmak durumundadır.

 Evrensel ‘hızlı hayat’ mottosundan kurtulmak için sakin zevklere sarılmayı salık veren bu metin, bu yavaşlığa en uygun yerden, mutfak ve yavaş gıdadan başlamayı önerir.

 

Fast food kültürünün rutinliğine ve endüstriyelliğine inat yerel tür ve yemeklerin zenginliğine ve aromalarına sığınarak (bkz. agroekoloji) hem yaşam tarzlarını hem de doğal/yapılı çevreyi (örneğin Yavaş Şehirler - Cittaslow gibi inisiyatiflerle) kurtarmayı amaçlar.

Bu anlamda Slow Food mevcut baskın gıda sistemine yapılan etraflı bir itirazdır.

Türkiye’de kayıtlı 25 konviviyumu bulunan Slow Food ağının en bilinen üyelerinden olan Fikir Sahibi Damaklar, Lüfer Koruma Timi ve İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın kampanyalarıyla Slow Food ağının en tanınan yüzlerinden birini oluşturuyor.

 

AGROEKOLOJİ

 

Agroekoloji tarımsal alanları eko sistemler olarak düşünüldüğü ve tarımın ekolojik etkilerinin dikkate alındığı üretim biçimine verilen isimdir.

 Bu kavram yakın temasta olduğu küçülme gibi hem bilimsel bir yaklaşıma, hem bir sosyal harekete, hem de bir pratiğe işaret edebilir.

 Agroekolojik tarım yöntemleri ürün çeşitliliğinin artırılmasını, kimyasal girdilerin azaltılmasını ve ürün deseni, tohum seçimi vb. ile ilgili karar alma biçimlerinin demokratikleştirilmesini savunur.

Başta iklim değişikliği olmak üzere, biyoçeşitliliğin azalması, kimyasal gübreler sebebiyle küresel azot-fosfor dengesinin bozulması gibi gezegensel sınırların aşılmasının önüne agroekolojiyle geçilebileceği fikrinden hareketle bu yaklaşım toprağın, havanın, bitkilerin, tohumun, hayvanların ve insanların sağlığını öncelik olarak koyar.

 Dahası iklimbilimci Prof. Murat Türkeş’e göre “agroekoloji emek yoğun olduğu ve çok az fosil yakıt, enerji ve yapay gübre kullanımı gerektirdiği için, insan kaynaklı iklim değişikliği ile mücadele ve  Yerküre’nin artan yüzey ve alt troposfer hava sıcaklıklarını düşürülmesine katkı sağlar.”

 Sermaye yoğun, kır nüfusunu azaltmaya yönelik endüstriyel tarımdan farklı olarak agroekoloji yaklaşımı kırda nüfusun refah içinde yaşayabileceği, toprağın karbon tutma kapasitesinin artırılacağı, biyoçeşitlilik kaybının engelleneceği ve toprak üretkenliğinin artacağı bir yaklaşımdır.

Mevcut veriler agroekoloji yaklaşımının çevresel baskı altında bile  toplam çıktı olarak endüstriyel tarımla boy ölçüşebileceğini gösteriyor.

  Dahası agroekoloji gıda kooperatifleri ve üretici-tüketici ağları yoluyla gıdanın yerelleşmesini de savunmaktadır (örnek olarak Boğaziçi Mensupları Gıda Kooperatifi ve Çiftçi-Sen’in işbirliği bu anlamda önemlidir).

 Bu anlamıyla piyasa dışı ilişkileri de geliştirmeyi amaçlayan agroekoloji yaklaşımının uluslararası ölçekte en önemli savunucusu küçük üretici federasyonu olan La Via Campesina’dır.

 La Via Campesina (İspanyolca Çiftçi Yolu) 4 kıtada 73 ülkede 164 yerel ve ulusal üyesi olan dünyanın en geniş katılımlı tarımsal bir küçük üretici hareketidir.

 Bir bütün olarak La Via Campesina, 200 milyondan fazla üreticiyi  temsil ederek diğer tüm siyasi, iktisadi ve kimliksel etiketlerden bağımsız olarak otonom, çoğulcu, çok kültürlü bir hareketi teşkil eder.

1993 yılında Belçika’nın Mons kentinde kurulan bu küresel hareket, agroekoloji ve bilge çiftçi tarımıyla hem gezegenin sınırlarının güvenli biçimde korunabileceği hem de tüm canlıların refahının sağlanabileceği fikrini savunur.

 Günümüzde La Via Campesina, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, FAO (BM Gıda ve Tarım Örgütü) ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) gibi küresel tarımsal ve çevresel tartışmalarda ana bir aktördür.

 İklim değişikliği karşısında “Bilge çiftçi tarımı gezegeni serinletir” diyen La Via Campesina, güçlü bir agroekoloji bazlı tarım sistemi kurulması için gıda egemenliğini destekler ve teşvik eder.

 


ORGANİK TARIM VE ÜRETİM

 

Organik tarım, özellikle 1930’lardan sonra başlayan ve 1960’larda iyice yaygınlaşan böcek ve zararlı ot karşıtı yasalların ve sentetik gübrelerin kullanıldığı yoğun (entansif) tarım uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan ve sürdürülebilirlik, toprak verimliliği ve biyolojik çeşitliliğin artırılmasını amaçlayan tarım sistemidir.

 Buna göre istisnalar dışında sentetik böcek ilacı, antibiyotik, sentetik gübre, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve büyüme hormonları tarımsal üretim sırasında kullanılamaz.

 Sentetik gübreler yerine kompost, hayvan gübresi veya kemik unu gibi organik kökenli gübrelerin kullanımı özendirilir ve her sene farklı ekinlerin dönüşümlü ekilerek toprağın kalitesinin korunması sağlanır.

Yan yana birbiri ile olumlu etkileşim gösterecek ekinler beraber yetiştirilir.

 Zararlı böcek ve ot kontrolü ise manuel yöntemler ya da böceklerin doğal düşmanı olan yırtıcıların kullanılması ile sağlanır.

 Tarımsal üretim süreci, ürünün yetiştirilmesi, toplanması veya hasat edilmesi, işlenmesi, tasnifi, ambalajlanması, depolanması, taşınması ve tüketiciye ulaştırılması gibi çok fazla aşama içerir.

 Bunun dışında tarımsal ürünler değişik gıda işleme, dağıtım ve perakende sektörlerini kapsayan çok geniş bir tedarik zincirinin parçası olurlar.

  İşlenmiş veya işlenmemiş tarımsal bir ürünün organik sayılabilmesi için üretimden tüketiciye gelene kadar geçen aşamaların hiçbirinde sentetik gübre, koruyucu veya kimyasal madde kullanılmamalıdır.

 Bütün bu süreç bağımsız kuruluşlar tarafından denetlenir ve sertifikasyona tabi tutulur.

Sonunda da tüketiciye ulaştırılan son ürüne “organik” etiketi verilir.

 Sentetik kimyasal ve gübre kullanılmaması sonucunda, hem çiftçiler ve ailelerin tarım ilaçlarına maruz kalmaları engellenir ve daha güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturulur,  hem de tüketicinin sağlığa zararlı kimyasal kalıntı içermeyen  gıdaya ulaşması ve gıda güvenliğinin artması sağlanır.

 Ayrıca doğaya zarar vermeyen üretim yöntemleri ile insanların doğa üzerindeki olumsuz etkileri azaltılır, kimyasal maddelerin tarımsal alanda yaşayan canlılara yönelik zararları kısıtlanır, kısaca tüm ekosisteme olumlu etkide bulunulur.

 Bu sürece sadece gıda üretimi olarak bakmak yanlış olur.

 Örneğin gıda olarak kullanılmayan pamuk gibi ürünler de organik olarak üretilebilir ve üretimin çevre üzerindeki etkileri azaltılabilir.

Benzer bir şekilde hayvancılık sırasında da organik ve doğal yem kullanılarak ve antibiyotik kullanımından kaçınılarak daha kaliteli ve sağlıklı üretim yapılabilir.

 Öte yandan organik tarım ve üretime değişik yönlerden çeşitli eleştiriler getiriliyor.

 Örneğin etiketleme ve sertifikasyon masraflarının tüketiciye ulaşan son ürünün fiyatının artmasına neden olduğu ve yoksul ailelerin sağlıklı gıdaya erişimini güçleştirdiği öne sürülmektedir.

Organik tarım yöntemlerinin, yoğun tarım yöntemleri ile yapılan üretime göre daha düşük verime sahip oldukları da iddia ediliyor.

Bu da organik üretimin etiketleme masrafı dışında da  yüksek maliyetli olmasına yol açıyor.

Bununla birlikte, aynı sürede, aynı miktarda üretim yapabilmek için yoğun tarım uygulamalarına göre daha fazla araziye ihtiyaç duyulduğu için arazi kullanımının arttığı da dile getiriliyor.

 

ORGANİK TARIM

 

1930 lardan sonra başlayan ve 1960’larda iyice yaygınlaşan böcek ve zararlı ot karşıtı kimyasalların ve sentetik gübrelerin kullanıldığı yoğun (entansif) tarım uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan ve sürdürülebilirlik, toprak verimliliği ve biyolojik çeşitliliğin artırılmasını amaçlayan tarım sistemidir.

 Buna göre istisnalar dışında sentetik böcek ilacı, antibiyotik, sentetik gübre, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve büyüme hormonları tarımsal üretim sırasında kullanılamaz.

 Sentetik gübreler yerine kompost, hayvan gübresi veya kemik unu gibi organik kökenli gübrelerin kullanımı özendirilir ve her sene farklı ekinlerin dönüşümlü ekilerek toprağın kalitesinin korunması sağlanır.

 Yan yana birbiri ile olumlu etkileşim gösterecek ekinler beraber yetiştirilir.

 Zararlı böcek ve ot kontrolü ise manuel yöntemler ya da böceklerin doğal düşmanı olan yırtıcıların kullanılması ile sağlanır.

 Tarımsal üretim süreci, ürünün yetiştirilmesi, toplanması veya hasat edilmesi, işlenmesi, tasnifi, ambalajlanması, depolanması, taşınması ve tüketiciye ulaştırılması gibi çok fazla aşama içerir.

 Bunun dışında tarımsal ürünler değişik gıda işleme, dağıtım ve perakende sektörlerini kapsayan çok geniş bir tedarik zincirinin parçası olurlar.

 İşlenmiş veya işlenmemiş tarımsal bir ürünün organik sayılabilmesi için üretimden tüketiciye gelene kadar geçen aşamaların hiçbirinde sentetik gübre, koruyucu veya kimyasal madde kullanılmamalıdır.

 Bütün bu süreç bağımsız kuruluşlar tarafından denetlenir ve sertifikasyona tabi tutulur. Sonunda da tüketiciye ulaştırılan son ürüne “organik” etiketi verilir.

 Sentetik kimyasal ve gübre kullanılmaması sonucunda, hem çiftçiler ve ailelerin tarım ilaçlarına maruz kalmaları engellenir ve daha güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturulur, hem de tüketicinin sağlığa zararlı kimyasal kalıntı içermeyen gıdaya ulaşması ve gıda güvenliğinin artması sağlanır.

Ayrıca doğaya zarar vermeyen üretim yöntemleri ile insanların doğa üzerindeki olumsuz etkileri azaltılır, kimyasal maddelerin tarımsal alanda yaşayan canlılara yönelik zararları kısıtlanır, kısaca tüm ekosisteme olumlu etkide bulunulur.

Bu sürece sadece gıda üretimi olarak bakmak yanlış olur.

 Örneğin gıda olarak kullanılmayan pamuk gibi ürünler de organik olarak üretilebilir ve üretimin çevre üzerindeki etkileri azaltılabilir.

 Benzer bir şekilde hayvancılık sırasında da organik ve doğal yem kullanılarak ve antibiyotik kullanımından kaçınılarak daha kaliteli ve sağlıklı üretim yapılabilir.

Öte yandan organik tarım ve üretime değişik yönlerden çeşitli eleştiriler getiriliyor.

 Örneğin etiketleme  ve sertifikasyon masraflarının tüketiciye ulaşan son ürünün fiyatının artmasına neden olduğu ve yoksul ailelerin sağlıklı gıdaya erişimini güçleştirdiği öne sürülmektedir.

Organik tarım yöntemlerinin, yoğun tarım yöntemleri ile yapılan üretime göre daha düşük verime sahip oldukları da iddia ediliyor.

Bu da organik üretimin etiketleme masrafı dışında da  yüksek maliyetli olmasına yol açıyor.

  Bununla birlikte, aynı sürede, aynı miktarda üretim yapabilmek için yoğun tarım uygulamalarına göre daha fazla araziye ihtiyaç duyulduğu için arazi kullanımının arttığı da dile getiriliyor.

 

  YAVAŞ ŞEHİRLER   Cittaslow hareketi 1999 yılında İtalya’nın Toskana bölgesindeki Greve in Chianti’nin eski belediye başkanı Paolo Satu...